17 Aralık 2014 Çarşamba

Minibüste İki Saniye

Baş ağrısından ölmekteyim galiba. Minibüste çok fazla kişi olmamasına rağmen nefes almakta zorlanıyorum nedense. Bir bıkkınlık nefesi ya da yeter artık nefes alma nefesiydi bu. Yaşlı, gerdanı buruşmuş bir teyze elinde alış veriş merkezi poşetleriyle evine gidiyordu. Yere döşenmiş bir kırmızı, bir beton rengi taşlara basmadan, bir bir sekerek giden kırmızı etekli kız, aynı zamanda yaşlı kadına yetişmeye çalışıyordu. Mutluydu, bir görevi yoktu ya da bir sorumluluğu. İleride genç delikanlıları gördüm. Kaldırıma oturmuşlar sigara içiyorlardı. Biri sigarasını tellendirdiği  vakit, diğeri nefes veriyordu. Birbirinin eceliyle kanserden ölmesini görev edinmişlerdi. Rüzgar hafif hafif esiyordu aynı zamanda. Ağaçların yapraklarını okşayışından anladım. O da bıkmıştı, artık ağaçları okşamak yerine tokatlıyordu zamanla.Güneş keskinliğini azaltmaktaydı, binaların arkasına pusarcasına yok olmak istiyordu. Bir nevi intihar, belki de o da bıkmıştı görevinden, mesleğinden.  

Ben de bıkmıştım artık görevimden. Toplumdaki görevimden. İnsanlara olan sorumluluğumdan. Bu yazdıklarımı sadece iki saniyede gördüm ve düşündüm. Ki bir ömür boyu yaşadığımı, içime attıklarımı biriktirsem ya da toplasam bir yere, bir atom bombası kadar nefret saçan pislik veyahut karısına gözlerinin önünde tecavüz edilmiş savaş gazisi kadar intikam peşinde olabilirim.  






 "Doğ. İtaat et. Öl."   

"Bu üç görevi saklamış ve kusursuzca uygulamış doğa. İnsanlara söz geçiremeyen, her defasında eziyetini çeken doğa, sadece kendisiyle yetinmekte, kendi sorumluluklarını yerine getirmekte.  Ya insanoğlu?  Bırakalım lagalugayı. Öleceğiz be adam az kaldı."

    -Oğlum, oğlum! Nerde inecektin sen? Son durağa geldik! 

 Uyumuşum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder